Grazie, Italiana: Çilek Nane Soslu Tiramisu

733775_10152665592690526_805388153_n

İtalyanca’da ‘hadi beni neşelendir, beni mutlu et’ anlamına gelen Tiramisu, yoruma çok açık olması sebebiyle yapmayı özellikle sevdiğim bir tatlı fakat beni çilekli naneli tiramisu tarifine götüren hikayenin benim için çok da güzel ve eğlenceli başladığını söyleyemeyeceğim. Her şey lanet olası uçak korkum yüzünden. ‘Hayır, uçaklardan nesne olarak korkmuyorum tabii ki’ demeyi çok isterdim fakat benim ki öyle bir korku ki havaalanına birini almaya giderken bile deriiiin deriiiin nefes alıp veriyorum.

İtalya’ya gidişimiz benim için olduğu kadar en yakın arkadaşım için de zor bir yolculuktu. Uçak indiğinde hala benimle tatil yapmak istemesine minettardım nitekim ben, iki buçuk saat boyunca hiç durmadan konuşmamdan, beş dakika kucağına yatıp, beş dakika sonra oflayarak kalkıp, her iki dakika da bir ‘hadi artık bitmedi mi’ diye sormamdan dolayı beni bırakıp kaçabileceğini düşünmüştüm. Fakat işte gelmiştik, İtalya’daydık ve ben gülümsüyordum.

10400603_63954655525_5990_n  Tabii ki turistik yerlerden başladık, ilk olarak Collesium’u gezdik. Açıkçası hiç hayal ettiğim gibi bir yer değildi, çok fazla kazı çalışması vardı ve yapının çoğu iç bölümlerden oluşuyordu. Biraz daha ayrıntılı bir tur istediğimiz için önümüzden ilerleyen İspanyol gruba sahte bir aksanla dahil olup, sorunsuz bir şekilde kuytu köşelere bile girebildik. Collesium biraz hayal kırıklığı olsa da onca yaşanmışlığı düşününce görülmeye değer diyebiliriz.

10400603_63944440525_9050_n

Sanırım Roma’nın atmosferini en iyi şekilde yansıtan kesimi, neden bu kadar ünlü olduğunu gidince çok iyi anladığım İspanyol Merdivenleri’ydi. Birçok yaş grubu ve milliyetten insanın biraz soluklanmak ve fotoğraf çektirmek için dinlendiği veya İtalyan gençlerin gitarlarıyla oturup şarkı söylediği bu yer bizi çok etkiledi. Hemen yakınındaki bir dondurmacıdan koca bir külah dondurma aldık ve  ilkokuldaki gibi merdivenlere yan yana oturup, gelen geçeni izlerken yedik.

 

 

 

Öyle çok kilise gezdik ki hepsinin adını aklımızda tutmamız mümkün değildi. Ancak bir kilise vardı ki aklımızda mimarisinin güzelliğinden ziyade bu mimariye saklanmış zekayla kaldı. ‘Arcibasilica Papale San Giovanni in Laterano ‘(Aziz John Laterno’un Basilikası) bugüne kadar gördüğüm insan figüründeki en büyük heykellere sahip. En şaşırtıcı yanı bu değil elbette. Akustik açıdan kilise, eski Maya ve İnka İmparatorlukları’nın mimarisinde çok rastlanan bir ‘echo/yankı’ sistemine sahip. Kilisede birçok kolon bulunuyor ve çapraz olarak aynı hizada duran kolonlardan birine yaklaşıp, fısıltıyla söylediğiniz herhangi bir şeyi, karşı çapraz kolondaki kişi sanki kulağına fısıldıyormuşsunuz gibi net ve yakın duyabiliyor. Arkadaşımın o kadar uzak olduğunu görüp, sesini kulağımda böylesine yakın duymak çok garip ve gerçeküstü bir duyguydu. Sanki bir çeşit büyüye tanıklık ediyormuşsunuz gibi geliyor. Bunu nasıl yapabildiklerini öğrenebilmeyi çok isterdim…

 

2 haftada ne kadar gezilebilecekse o kadar gezdik Roma’yı, Vatikan’a şehir merkezinden yürüyerek gittik, dönerken farklı yollar seçip kaybolmanın ve kaybolmasaydık hiç karşılamayacağımız güzellikte binalar, kafeler ve dükkanlar görmenin keyfini çıkardık. Eve dönüş yoluysa bu sefer uçakla değil, gemiyle oldu. Brindisi limanına trenle seyahat edip, oradan Çeşme’ye, evimize gelen bir gemiye bindik. Denizin uçsuz bucaksızlığı ile gecenin karanlığı birleştiğinde, insanı zaman ve mekandan özgürleştiren bir sonsuzluğa hapsediyor. Biraz farklı biraz da tüyler ürpertici bir deneyim. Denizde geçirdiğimiz 40 saatin ardından itiraf etmeliyim ki uçak korkunçluğunu biraz da olsa yitirmişti.

Bu tarif aslında arkadaşımla gittiğimiz gösterişsiz fakat inanılmaz lezzetlerin sunulduğu bir restaurantın suçu. Roma’nın küçük bir ara sokağında bulduğumuz, çok büyük bir menüsü olmayan bir mekandı. Sokağın genel yapısıyla uyum içinde, ağaçlar altına atılmış küçük, ahşap masalar ve gerçekten güler yüzlü servis elemanlarıyla oldukça yoğundu. Yemekten sonra yurtdışında ‘digestive’ denen, midenin hazmını kolaylaştırmak amacıyla servis edilen alkollü içeceklerden servis ettiler. Bu her ülkede değişiyor, örneğin Almanya’da konyak veya viski gibi daha yakan içkiler tercih edilirken, Akdeniz ülkelerinde likör, sangria tarzı daha serinletici içecekler sunuluyor. Bizim mekanımızda da küçük shot bardaklarında, içine taze nane yaprakları doğradıkları çilekli bir likör getirdiler. İçtiğim an bu karışımın tiramisuyla mükemmel olacağını düşündüm ve tarifi daha sonra detaylandırmak üzere aklımın bir köşesine kaldırdım.

Bu gezinin bana verdiği birçok güzel anının yanında bu tarif (ve birkaç tarif fikri daha) bana armağan oldu. Pişirme gerektirmeyen bu pratik tarifi umarım siz de beğenir, afiyetle yer ve yerdirirsiniz.

Çilekli Naneli Tiramisu

29024_10152665576845526_1729899890_n    

 

 

 

 

 

Kreması için;

  •  3 paket labne peyniri (Migros’un taze krema peynirleri ideal) veya 600 gr mascarpone
  • 120 gr beyaz çikolata (5 yemek kaşığı kremada eritilecek)
  • Yarım paket veya 100 ml. krema
  • 1,5 su bardağı pudra şekeri
  • 2 yemek kaşığı vanilya esansı

Kek kısmı için;

  • temel kek tarifindeki keki kullanabilirsiniz veya
  • yok daha pratik olsun derseniz 1 paket kedi dili

Keki ıslatmak için,

  •  1 su bardağı kadar kahve, tercihen Kahlúa veya rom ekleyebilirsiniz

Çilekli – Naneli Sos için;

  • 250 gr. kadar çilek veya bir kase çilek
  • yarım demet nane
  • 1 çay kaşığı vanilya esansı
  • 1 yemek kaşığı pudra şekeri

(Geleneksel tiramisuda yumurta kullanıldığını biliyorum fakat ben hiç eksikliğini hissetmedim)

Yapılışı;

1. adım : İlk önce ocakta biraz ısıttığınız kremada beyaz çikolatayı eritin. Beyaz çikolata çok çabuk yandığı için kesinlikle direk olarak eritmeyin veya krema hala ateşteyken çikolatayı eklemeyin. Soğumaya bırakın.

2. adım :Labne/mascarponeyi geniş bir kaba alın, krema, pudra şekeri ve vanilyayı ekleyin. Bu tarifte karışımın çok fazla hava almasını istemediğimiz için mikserle en düşük hızda birleşinceye kadar karıştırın. Beyaz çikolata yeterince soğuyunca (soğuk ama katılaşacak kıvamda olmamalı) bu karışıma ekleyin ve en düşük hızda bir yarım dakika kadar karıştırın.

3. adım : Çilekleri ve dilediğiniz kadar naneyi 1 kaşık pudra şekeri ve vanilya esansıyla blenderdan geçirin.

Sonrası bu üç katmanı birleştirmekten ibaret. Dilerseniz resimdeki gibi küçük bardaklara, dilerseniz büyük bir borcama (camda sunumun daha güzel olduğunu düşünüyorum) ilk önce kedi dili biskuvileri yayın ve kahveyle ıslatın. Kahvenin soğuk olmasına dikkat edin, sıcak kahve labne karışımının kıvamını bozabilir.  Üzerine bir kat labne karışımından dökün ve onun üzerine de hazırladığınız çilek-nane sosundan ekleyin. Aynı işlemi bardaklar veya borcamınız dolana kadar tekrarlayın.

Bir gece buzdolabında bekletmenizi tavsiye ederim. Zamanınız yoksa 2 saat bekletmeniz yeterli olacaktır.

Afiyet olsun.

 

 

 

 

 

Tita Kurabiyeleri ve Laura Esquivel’in Acı Çikolatası

02e-laura21

”Kendisini çok yalnız ve terk edilmiş hissediyordu. Büyük bir ziyafetten sonra servis tabağında unutulup tek başına bırakılmış ceviz soslu biber dolması bile bu kadar yalnız olamazdı! Pek çok kez, ziyan olmasın diye bu harika biberi mutfakta tek başınayken yemek zorunda kalmıştı. Çok beğenseler de, yemek için can atsalar da genellikle insanlar çok açgözlü görünmemek ve son lokmayı diğerlerine bırakmış olmak düşüncesiyle bu son biberi almaya cesaret edemezlerdi. Böylece içinde pek çok lezzeti barındıran bu biber el sürülmeden servis tabağında kalırdı. Aşkın tüm sırlarını içinde saklayan bu güzelim ceviz soslu biber dolmasına, görgü kurallarına uymak adına, kimse elini uzatamazdı.

Lanet olası terbiye!”

Kabul edelim o harika son lokmaya bu büyük haksızlığı hepimiz yaptık. Evdeysek, son lokma o yemeği çok sevdiği bilinen aile ferdine zorla yedirildi, başarılı olamadıysak annemiz, tadına varmak için değil de ‘ziyan olmasın diye’ tabağı bulaşık makinesine koymadan alelacele o lokmayı ağzına atıverdi. Misafirlikteysek eğer, zavallı son lokmanın zaten hiç şansı yoktu, ya çöpe gitti ya da hak ettiği değeri görmeden, sırf dökülmemek için ağıza atıldı ve son lokmaya yapılan bu terbiyesizlik hiçe sayılarak bunun adına terbiye dendi.

Kitabın ana kahramanı Tita, işte bu sözde terbiyeye kurban gitmiş bir son lokma. Tita ve Pedro birbirlerine çok aşık iki gençtir fakat Tita evin en küçük kızı ve Meksika’daki bir geleneğe göre evin en küçük kızı annesine ölene kadar bakmak zorundadır bu nedenle Pedro, Tita ile evlenmek isteğini cadılar cadısı Elene Anne’ye söylediğinde kötü bir cevapla karşılaşır. Nitekim Pedro iyi bir kısmettir ve kaçırılmamalıdır. Böylece Elena Anne onu Tita’dan büyük kızı Rosaura ile evlendirmeye karar verir. Pedro’da sırf aşkına yakın olmak amacıyla bu teklifi kabul eder.

Buraya kadar her şey ucuz bir Brezilya dizisi gibi geliyor kulağa, kabul ediyorum. Fakat tabii ki her zaman olduğu gibi, hiçbir şey planlandığı şekilde gitmeyecek. Tita’nın, ablasının düğünü için yaptığı düğün pastasına gözyaşlarının karışacağını, pastasını yiyen herkesin, Tita ne hissediyorsa onu hissedeceğini ve kilisenin ortasına kusacağını kimse hesaplamamıştır mesela. Hikayenin devamını yazmayacağım çünkü çok farklı dönüşlerle dolu ve hiç beklemediğiniz bir şekilde bitiyor. Kahramanlarımıza ‘aşk değildir o, aşk olsa duramazsın’ dediğimiz bir noktada saf aşkla karşı karşıya kalıveriyoruz.

Kitaptaki yemek tariflerine gelecek olursak, hızlı ilerleyen olay örgüsünü duru ve soğukkanlı anlatımıyla bölen kısımlar diyebilirim. Örneğin, Tita’nın toplum düzenini derinlemesine sorguladığı bir anı, Tita’nın yaptığı ‘mole’nin tarifi kuru anlatımıyla bölebilir ve siz ‘doğru ya,  bu aynı zamanda bir yemek kitabıydı’ diye düşünürsünüz. Bu tarifler  okuru rahatsız eden, hikayeden koparan değil; eğlendiren, bu dinamik olay örgüsünde nefes aldıran ayrıntılar. Yalnız kitaptaki tarifler bizim mutfağımıza ve damak tadımıza biraz uzak; tabii gül yapraklarıyla pişirilmiş bıldırcın eti sofranızın vazgeçilmezlerindense bilemeyeceğim.

esquivel_laura_2
(kitap için yapılmış bir fotoğraf çekiminden)

Aslında kitabın ana konusu insanoğlunun ‘terbiye ve ahlak’ kılıflarına uydurarak sergilediği ikiyüzlülükler. Tita, tıpkı annesinin tariflerini sorguladığı gibi bu düzeni de sorguluyor. Zaman zaman bu tarifleri değiştiriyor, yenilikler katıyor fakat bunu her yaptığında kitap boyunca dominant bir karakter olan Elene Anne’den çok büyük tepki görüyor. Yaratıcılık şeytan işidir ne de olsa, ne olursa olsun geleneklere bağlı kalınmalıdır çünkü Tita’nın yemeklerde yaptığı kendine özgü değişiklikler, onun Elena Anne’ye ‘ben senden daha iyi biliyorum, evet senin yaptığın da iyi ama ben daha iyisini yapabilirim’ deme şekli. En azından Elena Anne’nin anladığı bu. (Birçok Türk kayınvalidesinin kendi tariflerini harfi harfine uygulamayıp, kafasından yenilikler uyduran gelinlerine ettiği veryansının nedeni de bundan başka bir şey değil.)

Tita insanın doğasına bunca ters kurulmuş bu düzeni bir türlü anlayamaz, kabullenemez ve onun bir parçası olamaz. Bunun yerine yiyeceklerin müthiş doğası ile insanın doğası Tita için ayrılmaz bütünlerdir. Bu noktada yardımına 90 yaşına kadar onlarla yaşamış ve kitaptaki kocakarı ilaçlarının sahibi Nacha yetişir, onun ruhu ve bilgeliği yemek yapma yoluyla bir süre dünyaya konuşmayacak kadar küsmüş Tita’yı yeniden ayağa kaldırır. Nacha’nın bitkilerle olan bütünlüğü ve bedenimizi bitkilerle iyileştirme gücü Elena Anne’nin yaptırımlarının ne kadar yanlış ve uygulanamaz olduğunu yüzümüze vurur. Bizi tıpkı bitkiler gibi tamamen doğayla birleştiren özümüzden ayıran şeyler toplumun kafasından uydurduğu ahlak kuralları ve cezalandırma sistemleridir.

‘ Pek çok kez buğday, fasulye, halfa otu gibi tohumları çimlendirmiş olan Tİta, bu tohumların büyürken, yeni bir biçim alırken neler hissettiklerini hiç düşünmemişti. Şimdiyse kabuklarını patlatıncaya kadar içlerine işlemesine izin verdikleri suyun yeni bir hayatın başlamasını sağladığını hayranlıkla düşünüyordu….Tita’da basit bir tohum olmak isterdi doğrusu. Toplumun tepkilerini önemsemeden, ne diyeceklerini düşünmeden karnında taşıdığı şeyi tüm dünyaya gösterebilmek isterdi. Tohumların böyle dertleri yoktu elbette. Ne korkmaları gereken bir anneleri ne de cezalandırılma korkuları vardı.’

Beni de bir şeyler pişirmeye bu kadar bağlayan ve hatta bu süreci benim için büyülü kılan nokta, fırına verdiğim şey ile fırından çıkan şeyin son derece farklı olması, tıpkı toprağa ektiğiniz tohum ile toprağın üstüne çıkan ürünün farklılığı gibi. Konu özellikle hamur işi olunca her şey bu kimyasal reaksiyonlara ve dönüşüme dayanıyor. Sonuçta fırından yeni çıkardığınız kocaman ve kabarık kekiniz sadece 40 dakika önce sıvı bir balçığa benziyordu. Yemek yapmayı, özellikle hamur işlerini, bana kendi ellerimle ve düşüncemle bir şeyler yarattığım hissini ve hazzını verdiği için bu denli seviyorum. Bir tarifi yaparken uyguladığınız ilk adım bir ressamın tuvaline vurduğu ilk fırça darbesi gibi veya bir yazarın yeni hikayesinin ilk satırları…

Laura Esquivel’in en az Marquez kadar usta kullandığı büyülü gerçekçilik tarzı sayesinde, ruh halimizin yaptığımız yemeğe nasıl yansıdığını, aşkın hem var hem yok eden gücünü her yönüyle hissediyoruz. Yemek yapmak başlı başlına yeni bir şeyler üretmekten, sorgulamadan bağlı kalınması gereken bir kurallar bütünü olarak görülmesinin ne saçma olduğunu, aynı saçmalığın toplumsal kurallar ve insan doğası arasındaki ilişkide de var olduğunu anlıyoruz.

Kitabı okurken içimden yapım aşamasındaki haliyle bitmiş hali birbirinden çok farklı olan bir tarif yapmak geldi. Hiçbir kaynaktan yararlanmayarak, bugüne kadar okuduğum tarifler aklımda kaldığı kadarıyla ve sadece hissiyatla resimdeki kurabiyeleri yaptım. Son lokmalar sırf ayıp olmasın diye ağıza atılmasın veya çöpü boylamasın istediğimden, kolay kolay bayatlamayan bir kurabiye tarifi bu.

Umarım beğenirsiniz.

Tita Kurabiyeleri

12622100_10156400630805526_3698521991779768395_o-2

Hamur için Malzemeler;

  • 3 su bardağı un
  • yarım su bardağı sıvı yağ
  • yarım su bardağı süt
  • vanilya esansı
  • yarım su bardağı pudra şekeri

İçi için malzemeler,

  • dilerseniz bitter çikolatayı veya sevdiğiniz herhangi bir tür çikolatayı, benmari usulü eritip hamura sürebilirsiniz
  • dilerseniz daha pratik olmak adına nutella tarzı bir malzeme kullanabilirsiniz
  • çikolata istemem (!) derseniz, reçel veya tarçınlı elmalı bir iç harç da bu hamura çok yakışır.

Hamur için geniş bir kap alın ve kabın içine un ve pudra şekerini koyup karıştırın. Daha sonra ortasına bir havuz açıp, oda sıcaklığındaki sıvı yağ, süt ve vanilya esansını dökün. Toparlanana kadar elinizle yoğurun. Biraz sert bir hamur olacak, şekil vermesi çok kolay olmayacak ama daha fazla un veya sıvı eklememenizi öneririm.

Eğer zamanınız varsa hamuru bir on dakika dinlendirebilirsiniz. Yoksa tezgahın üstünde üzerine yağlı bir kayıt sererek ince bir şekilde açın. Dilediğiniz gibi şekil verebilirsiniz, ben resimdeki gibi yaptım. Hamuru açıp, içine çikolata veya reçel sürün, rulo yapıp küçük daireler halinde kesebilirsiniz veya örgü şekli verebilirsiniz.

200 derece fırında (fanlı veya fansız) 20-25 dakika pişirmeniz yeterli olacaktır.

Afiyet olsun.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Das Vanilya Esansı

182339_10152293179270526_1655263585_n

”İnsanlar gözlerini güzelliğe, korkunçluğa kapatabilirler veya kulaklarını melodilere ve yalan yanlış sözlere. Fakat kokudan kaçamazlar çünkü koku, nefesin kardeşidir. Nefesle birlikte insanın ciğerlerine girer ve insanlar ,eğer yaşamak istiyorlarsa, kendilerini ona karşı koruyamazlar. Koku, onların özüne ulaşır, direk olarak kalplerine gider…..Kokuya hükmeden, insanlığın kalbine de hükmeder.”

Patrick Süskind, Koku (Das Parfum)

 

Sizi bilmem ama benim için koku dünyadaki en önemli şeylerden biridir. Patrick Süskind’in ‘Koku’ romanını okuduğumda ana karakterin ne hissettiğini anlayabildiğimi fark etmiştim ve bu beni biraz korkutmuştu. Onu anlayabildiğime göre birbirimizden çok da uzak değildik, benziyorduk. Belki de her şeyi bu kadar soğukkanlılıkla okuyabilmem hatta bazen ‘çok da mantıksız değil’ diye düşünmem yazarın soğukkanlı anlatımından kaynaklanıyordu, bilmiyorum. Kitap tabii ki kokudan çok daha fazlasıydı ama kokulara olan ‘saplantımın’ Grenouille’ninkinin yanında pek bir masum kaldığını görmeme yardımcı oldu.

Konu yemek yapmak olunca ise koku ekstra bir önem kazanıyor çünkü bir yemeği yemeden önce bize kokusu ile hitap etmesini bekleriz. Mis gibi tarçınlı kek kokan bir eve girmek ruh halimizde her zaman olumlu bir farklılık yaratır. Hatta kültürümüzde hep söylenir, yemeği yapan çabuk doyar diye çünkü yaparken aldığı tüm o kokulardan zaten biraz tatmin olmuştur.

İşte bu yüzden en basit kurabiye veya kek tarifini bile sıradışı yapabilecek güçte bu esansı hep elimin altında bulundurmak isterim. Daha önceki yazımda hazır vanilya esanslarının da pratik bir çözüm olabileceğini söylemiştim fakat aradaki farkı görünce siz de vazgeçemeyeceksiniz.

Tarifi ilk olarak uzun zamandır çok severek takip ettiğim Cafe Fernando’nun blogunda gördüm ve hemen uyguladım. Çok basit, ihtiyacınız olan tek şey 5 – 6 adet vanilya çubuğu, istediğiniz kadar votka ve biraz zaman.

Ben küçük votka şişelerinden faydalandım böylece birkaç tanesini hediye edebildim. Bu küçük şişelere 2 veya 3 vanilya çubuğunu ortadan ikiye kesip koymanız yeterli oluyor. Bundan sonrası bir ay boyunca şişeyi kapalı bir şekilde gölge bir yerde muhafaza etmek ve her gün iki üç defa hızlı bir şekilde çalkalamak.

Şişelerimden biri daha ilk haftasında eve gelen arkadaşlarım tarafından ‘vanilya schnaps’  veya ‘vanilya likörü’ niyetine küçük shot bardaklarında tüketildi. 1 ay sonra içilebilecek kıvamda olmuyor tabii. Normal boyutlarda bir keke 1 çay kaşığı koymanız tüm evi birazdan 5 çayı servisine başlayacak bir İngiliz pastanesi gibi kokutmaya yetiyor.

Özellikle içinde yumurta olan tariflerde uygulandığında benim gibi yumurta kokusuna karşı çok hassas olanlar için can kurtaran diyebilirim. Cheesecake veya tiramisu gibi peynirden yapılan tariflerde de peynirin kokusunu tamamen ortadan kaldırıyor ve çok hoş bir aroma veriyor.

Koku deyip geçmeyin, nelere kadir olduğunu soyadı ironik bir şekilde ‘tatlı çocuk’ anlamına gelen Süskind bize uzun yıllar önce anlatmıştı ne de olsa…

 

 

 

 

Transmontana

12787181_10156508809235526_1162555670_o‘Hamburg, meine Perle’…Almanya’nın incisi olarak bilinen Hamburg’un marşı böyle başlar. Kuzeyde, pek kuzeyde, hatta fazla kuzeyde yer alan, ortasından geçen Elbe Nehri olmasa sürekli devam eden kötü havanın yaşanmaz kılacağı tarihi bir şehirdir.  Müzeleri ziyaret ederek, özellikle çoğu zaman bedava olan modern sergiler ve diğer sergilere girebilmek için çok uygun bir fiyata yıl boyu geçerli olan bir kültür kartıyla, bu sıkıntı biraz da olsa avantaja dönüştürülebilir. Fakat ne olursa olsun yılın yaklaşık 260 gününü yağışlı, bulutlu ve rüzgarlı geçirmeyi kimse istemez diye düşünüyorum. Almanların ,özellikle kuzeyde yaşayanların, müthiş bir çalışma etiğine sahip olmalarıyla bilinmelerinin başlıca sebebinin kötü hava olduğundan artık çok ama çok eminim. Benim de 8 ay gibi bir sürede Almanca’yı tamamen öğrenmemin başlıca sebeplerindendir.

Yine de her şeyin ilk zamanları güzeldir. Yeni bir ülkeye gelmek yeni bir ilişkiye başlamak gibidir. Başlarda karşınızdaki ne kadar çok konuşursa konuşsun, sizinle zevkleri ne kadar aykırı olursa olsun, arkadaşlarınızın yanında ne kadar saçmalarsa saçmalasın önemi olmaz. Güzel gözlerine bakar ve unutursunuz her şeyi çünkü içinizde size ‘belki bir gün değişebileceğini’ fısıldayan çok ama çok kötü bir ses vardır. Fakat daha sonra ilk kavga gelir, maskeler düşer ve bir daha o eski masumiyeti asla yakalayamazsınız. Ya olduğu gibi seveceksiniz ya da gideceksiniz. Benim de Hamburg’la olan ilişkim buydu.

İlk zamanlar her şey çok ama çok güzeldi. Yaz ortasında gitmiştim, Elbe’yi görür görmez bu deniz görünümlü nehire vurulmuştum. Nehir kenarına gitmek, küçük, güzel kanalların arasında kanoyla dolaşmak, şehrin her tarafında yer alan yemyeşil ve kocaman parklarda çimlere uzanıp kitap okumak paraya gerek olmadan dahi bu şehirde ne kadar güzel vakit geçirebileceğimi göstermişti. Benimle simit çay yemeye razı, her dediğime kıkır kıkır gülen çiçeği burnunda bir sevgili gibiydi.Fakat zaman geçtikçe ve bu sevgilinin nimetlerinden faydalanmak için kırk yılda bir çıkan güneşli havayı beklemek zorunda olduğumu fark ettikçe büyü bozulmaya başladı. Yazlık bir yerde büyümüş olan ben için Temmuz’da yağmurluk ve çizme giymek zorunda kalmak, Ağustos’ta sadece  3 gün havanın dışarıda oturacak kadar güzel olması doğanın kurallarına aykırı bir durumdu. En azından benim doğamın.

Yine de denedim, ortak noktalarımızı bulmaya çalıştım. Mesela İtalyan pizzacılarının, İran ve Pakistan mutfağının, müthiş Alman pastanelerinin yan yana sıralandığı özgün Sternschanze kesiminde kendime alışkanlıklar edindim.Havanın güneşli olduğu nadir zamanlarda hayat fışkıran şehrin bu kesiminde her zaman her şeyi görmek mümkündü, bazen sütyenleriyle gezip sütyen takmayı protesto eden bir grup, bazen de müthiş bir jazz üçlüsü…

278743_10150714821405526_4813690_o             12809523_10156508763175526_467605417194332216_n

En sevdiğim ve kendimi biraz da olsun ait hissettiğim yer ise Transmontana adındaki 4 kızıyla birlikte Portekizli bir annenin işlettiği küçük bir kafeydi. Her tarafta Portekiz bayrakları vardı, küçük ahşap sandalyeler ve masalar, hemen girişte göz alıcı çeşit çeşit kişlerin, tatlıların sergilendiği büyük bir tezgah ve onun hemen yanında da kendi sandviçinizi yaratmanız için sosis, salam, çeşitli peynirler, ekmekler ve yeşilliklerden oluşan koca bir bölüm. O gün hangi kız çalışıyorsa, ki genellikle biraz daha tombul olanı olurdu, o bölümün arkasında durur ve siz ekmeğinizi seçip sandviçinizi yaratırken gözünü hiç tezgahtan ayırmadan her şeyi ışık hızıyla üst üste yığıp devasa ızgara makinesine atardı. O sırada siz özel bir Portekiz kahvesi olan ‘Galão ‘nuzu kahve makinesinin başında duran kardeşe, ki genelde çok çok zayıf olan olurdu, sipariş verirdiniz. Kasa da ise tombul memeleri, kirlenmiş önlüğü ve burnunun ucuna düşmüş gözlüklerinin üzerinden size her an bir küfür savuracakmış gibi bakan ‘mamita’ otururdu. Paranızı ödeyip, sandviçiniz hazır olunca size bağırmalarını beklerdiniz.

o-3

Ailemden bu kadar uzak oluşumdan belki de, kendimi hep o kadının kızlarından biri olarak hayal ederdim. Her gün erkenden kalkıp buraya gelmenin, tüm hayatımı bir ızgaranın başında sucuğun kardeşi chorizolar, keçi peynirleri ve rokaları üst üste dizerek veya mükemmel Galao kıvamını yakalamak için sütü köpürterek geçirmenin nasıl da kolay, güvenli ve iyi sürprizlerden olduğu kadar kötü sürprizlerden arınmış olarak geçeceğini düşünürdüm. Bu hayata imrenirdim.

Nitekim Mamita’da hem bir güneyli olmanın verdiği hissiyatla hem de bir anne olmanın bahşettiği ekstra içgüdülerle benim ne denli yalnız olduğumu hisseder gibi herkese yönelttiği o sert bakışlarını bana hiç yöneltmezdi. Ben paramı öderken gülümserdi ya da havanın ne kadar kötü olduğu ile ilgili bir şeyler söylerdi. Bir tek kahve ve sandviçle masaların birini 2 saat işgal etsem de kimse bana bakamazdı bile çünkü birkaç kere Mamita yanıma oturmuş ve nereden geldiğim, burada ne yaptığım gibi basit sorularla beni koruması altına almıştı.

Hamburg’ta geçirdiğim 8 ayın çoğunu bu kafede geçirdim diyebilirim. Yine de bu şehri her şeyiyle kabullenip kalmam için yeterli olmadı. Çünkü Transmontana’nın savaştığı şeyler çok fazlaydı, sadece kötü hava değil, yaşam pahalılığı, şehrin oldukça dışına kurulmuş getto tarzı yerlerde yaşayan göçmenler (Afrikalılar ve biz Türklerle birlikte Araplar), Kuzey Avrupa insanın kendine has soğukluğu, vs… Nitekim bir artı birçok eksiyi götürmeye yetmedi ve ben gittim.

Yine de o Portekiz kafesine her zaman minettar kalacağım. Hayatımdaki en güzel sandvicleri yedim, bana daha önce hoşlanacağımı düşünmediğim şeyleri denemem için cesaret verdi, şu an burnumda tüten chorizo ve kıymalı kişleri bunlardan sadece bir kaçı. Aynı zamanda Galão ‘dan aldığım tadı da başka hiçbir kahveden alamadım, dünyaca ünlü Alman kahvesi de dahil.Bu yüzden o Portekiz kafesine bir gün mutlaka yine gideceğim ve Mamita’nın beni tanıyacağından yüzde yüz eminim.

Transmontana lezzetleri:

o o.jpg

 

 

Bu devirde sırtınızı dayayacağınız bir şeyler bulmak zor…

19

Hepimizin garanti bildiği, aklında hiç soru işareti olmadan sırtını dayadığı şeyler vardır. Mesela üzerine ne giyseniz yakışacağını bildiğiniz bir pantolon, her pantolonla uyum sağlayacağını bildiğiniz bir ayakkabı, bilmediğiniz bir yere yemeğe gittiğinizde yabancı bir menüyle karşılaşsanız bile gönül rahatlığıyla sipariş verebileceğiniz bir makarna. Bu tür şeyler bize en kıymetlimiz olan zamanı hediye eder, bizi stresten kurtarır, fark etmesek de ömrümüzü uzatır.

Bu yüzden bugüne kadar beni hem pratikliğiyle hem de hiç şaşmaz lezzetiyle asla yarı yolda bırakmamış temel kek tarifimi yazmak istedim. İster birden gelen tatlı krizleri olsun ister habersiz gelen pek sevgili misafirler olsun sırtımı bu tarife dayadım.

İşten yorgun argın gelmiş, egosu tavan yapmış müdürünüze tüm gün katlanmış, metrobüste olabilecek en havasız noktada mahsur kalmış olabilirsiniz. Hayatın akışı, karnı aç çocuklarınız veya ‘hadi güzel elinden bir tatlı yiyelim’ diyen kayınvalideniz bunları pek umursamayacaktır. O yüzden bu tarifi yazın ve buzdolabına asın derim.

Temel Kek Hamuru Tarifi

Hazırlık süresi : 7 dk.
Pişme süresi : 30- 35 dk.

İlk önce malzemeler;
(tüm malzemeler oda sıcaklığında olmalıdır)

2 orta boy yumurta
1 su bardağı pudra şekeri
1 su bardağı sıvı yağ (Ayçiçek yağı )
1 su bardağı tam yağlı süt (sütü dolaptan çıkardıysanız oda sıcaklığına getirmek için bir iki damla sıcak su ekleyebilirsiniz)
1 su bardağı ve 1 su bardağından 3 parmak kadar eksik un
1 paket kabartma tozu
1 tüp Dr. Oetker vanilya esansı –

Vanilya esansıyla ilgili şunu söyleyebilirim: evet, keresteden yapıldığına dair rivayetler var fakat Almanya’da yaşadığım dönemde en kaliteli pastanelerde bile kullanılan bir üründü. Benim önerim tabii ki vanilya çubuğu veya bir daha ki sefere paylaşacağım ev yapımı vanilya esansının kullanılması. Fakat çoğumuz macchiatosunu yudumlarken Macbooklarında mobilya dizayn eden tahta çerçeve gözlüklü tipler değiliz. O yüzden yaşasın pratik çözümler!

Yapılışı;

Kuru bir karıştırma kabında 2 yumurta ile 1 bardak pudra şekerini mikser ile yüksek hızda en az 3 dakika çırpın, karışım tamamen beyaz olana kadar karıştırmayı bırakmamanız önemli. Keke kabarıklığını verecek olan yumurtanın içinde hapsolan havadır bu yüzden söndürmemek için tarifin bundan sonrasında mikseri işin içine karıştırmazsanız iyi olur . Ahşap bir kaşık ideal olacaktır.
Şeker-yumurta karışımına 1 bardak sütü, 1 bardak sıvıyağı ve vanilya esansını ekleyin. Hafifçe dipten yukarı doğru karıştırın. Kabın üzerine bir süzgeç yerleştirin. Ayrı bir kapta karıştırdığınız un ve kabartma tozunu süzgeçten geçirerek üç defada karışıma yedirin. Kek hamurunuz emrinize hazır.

Kekin bundan sonrası sizin zevkinize ve canınızın ne çektiğine bağlı. Aşağıdaki alternatifleri deneyebilirsiniz;
– Hamuru ikiye ayırıp bir yarısına 2 yemek kaşığı kakao karıştırarak mermer kek yapabilirsiniz.
– Hamura 3 kaşık Nutella ve 1 yemek kaşıği kakao ekleyerek çikolatalı bir kek elde edebilirsiniz.
– Hamura limon kabuğu rendeleyerek ve 2 yemek kaşığı limon suyu ekleyerek limonlu kek yapabilirsiniz.
– Damla çikolata ve kırılmış fındık ekleyerek ev yapımı top kekler elde edebilirsiniz.

Keki kalıba dökmeden önce kalıbınızı yağlamayı veya yağlı kağıt kullanmayı unutmayın. Kekinizi muffin kalıplarında, 20 cm’lik veya 24 cm’lik kalıplarda, komşudan kalmış borcamlarda pişirebilirsiniz. Önceden ısıtılmış 180 derecelik fırında (fanlı olursa harika olur) batırdığınız kürdan temiz çıkana kadar pişirmeniz yeterli. (yaklaşık yarım saat).

Derdinize deva olsun.

İlk yazım…

361İlk yazım…Her zaman her yerlerde bir ilk yazım olacak. Bölük pörçük hatırladığım bir yaz bu, biraz fazla sıcaktan hatırlıyorum biraz da babamın yanımda oluşu, annem çalışırken bizim denize gidip, berrak suda balıklarla eğlenmemizin ne derece doğru olduğunu sorguladığımdan hatırlıyorum. Su gibi saf olabildiğimi ve suyla kendimi nasıl da bir hissettiğimi hatırlıyorum. Bu yüzden belki de hatırladığım ilk yazım bu.
çünkü sonraki yazlar genelde sevgililerle ve arkadaşlarla geçti, suyla bir olduğum gibi bir olamayacağım şeylerle bütünleşmeye çalışmakla geçti. Bu yüzden onları hatırlamam çok da önemli değil.

Bu iki satır benim buradaki ilk yazım oldu, onun da yarısı benim değil. Halbuki yatağımın altındaki dandik bir popkek kartonun içindeki otuza yakın defterin en eskisine göre ilk yazım 1998 senesine dayanıyor, kendimce tuttuğum bir günlüğe. Üzerinde muhtemelen benzediğimi umduğum sarı saçlı bir kızın olduğu bir defter. O gün kaç kişinin saçımı çektiği ve öğretmenin kaç kişiyi ve ne sebeplerle azarladığı ile ilgili tarihi dökümanlar bunlar. Sadece benim değil, tüm ilkokul ve ortaokul arkadaşlarımın anılarını da onlara hiç sormadan sayfalarca kaydetmişim. Çoktan unuttukları, hatta belki bilerek unuttukları her şey, benim sayfalarımda kayıtlı.

Yazlar, anlardan ve anılardan çok daha ötesi; bir olma anlarıyla dolu yazlar.

Yazlar, Nazım Hikmet’in şu dizelerini anlama zamanları ;
Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.
Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa,
balık mı olsam,
yosun mu yoksa?
Ne o, ne o, ne o
Deniz olunmalı oğlum,
bulutuyla gemisiyle, balığıyla, yosunuyla…

Bu yüzden yazmak anları, anıları yakalamaktan daha da ötesi. Yazmak… Hiç utanmadan kendi gerçeğimizi yaratmak..